• gitme! kal diyemeyenlerin kurdukları cümledir. duyguların en saf halidir aynı zamanda.
  • eğer bir gün çaresiz kalırsa insan, ilk önce kendisiyle dertleşmeye başlar. en samimi, en doğru tümceleri seçer bir kağıda içindekileri dökerken. ve kağıdın sonuna bu tümceyi nokta misali ekler; belki bir özleyişle, belki bir bekleyişle, belki de bir acı gülüşle...
  • bir adamla genç bir kızın hüzünlü hikayesidir bu yazı...

    ...ertesi gün adam her günkü gibi deniz kenarındaki o banka gittiğinde kızın gelmediğini görmüş. onun yerine bankta bir zarf duruyormuş. o anda içinde inceden bir sızı belirmiş adamın, mektubun ondan olduğunu ve içinde hiç de iyi bir haber olmadığını anlamış. korka korka, yanılmayı dileyerek açmış zarfı. ama hayır yanılmamış. "ben artık gelmeyeceğim, bekleme, anla beni nolur, hoşçakal..."

    oturduğu banka adeta çakılmış adam, ayaklarının altında hafiften bir sarsıntı hissetmiş ve sonra müthiş bir depremle sarsılmış her yer. ama adam oturduğu bankta milim kıpırdamıyor, gözlerini satırlardan ayıramıyormuş. binlerce kez okuduktan sonra, derin bir kederle mektubu buruşturup başını kaldırmış adam ve önündeki denize baktığında gözlerine inanamamış. yaş dolmuş gözlerini ovuşturup tekrar tekrar bakmış ama yok, göremiyormuş, yok olmuş koca deniz, yerinde uçsuz bucaksız bir çukur kalmış.
    şaşkınlık içindeki adam arkasını dönüp baktığında bir şok daha yaşamış. papatyalarla dolu yemyeşil vadi de yerinde değilmiş. onun yerinde de göz alabildiğince bir boşluk duruyormuş.

    o anda adam olup bitenin farkına varmış. çaresizce binmiş arabasına ve evine gitmiş...

    sonraki günler ikisi için de çok zor geçmiş. birbirlerini çok özlüyorlarmış. o günden sonra da her gün o banka gitmiş adam. gelmeyeceğini bile bile her gün gidip oturmuş aynı yerde tek başına, saatlerce önündeki ve arkasındaki boşluğa bakarak. ve her gün daha iyi anlamış, aslında o boşluğun içinde olduğunu. neden diye sormuş kırık kalbine, neden kaybettim onu, nerde yanlış yaptım? suçu yine kendinde bulmuş adam, onu hiç suçlamamış, cevap "sevmek" miş... onu çok sevdiği için kaybettiğini anlamış.

    ama onu sevmekten asla vazgeçmemiş adam. yokluğunda da devam etmiş sevmeye, kırgın kalbini susturarak. devam etmiş her gün o banka gelmeye...

    günler geçmiş ve o gün her günkü gibi banka geldiğinde şaşkın gözlerle önündeki çukura bakan bir kız görmüş adam. uzun siyah saçlarından hemen tanımış. o'ymuş. sessizce oturmuş banka. hemen arkasından kız da oturmuş yanına ve devam eden şaşkınlığıyla;
    -ama burda bi deni...
    adam cümlesini bitirmesine izin vermeden;
    -şşş biliyorum. artık yok, o günden beri, sen gittiğinden beri yok o deniz. döndün mü?
    -döndüm.
    demiş kız ve aylar sonra ilk kez adamın yüzüne bakmış. o anda anlamış yanılmadığını. hayatında hiç görmediği kadar sevgi dolu gözlerle gülümsüyormuş adam kıza.
    -özledim seni.
    -sanırım ben de.
    ikisi de çok mutluymuş. sabaha kadar anlatmışlar birbirlerine ne kadar özlediklerini, ne kadar acı çektiklerini, ve anlamışlar ne çok sevdiklerini. gülümsemişler birbirlerine... güneş aralık ayından beklenmeyecek kadar parlak ve sıcak doğmuş o sabah ve birden müthiş bir yağmur başlamış. öyle çok yağmış ki, kısa zamanda dolmuş, eskiden deniz olan derin çukur. kız ile adam gülümsemişler birbirlerine... ve güneş yükselmiş bahardan gelen ışıklarıyla... ve öyle parlamış ki, arkadaki vadi yeşermeye ve papatyalar teker teker çıkmaya başlamış topraktan. kız ile adam gülümsemişler birbirlerine...
    -seni seviyorum.
    -sanırım ben de.

    günler geçiyormuş ve her geçen gün daha çok seviyorlarmış birbirlerini. kız aşkla bırakmış kendini adamın kollarına... adam rüzgarın elleriyle okşamış saçlarını, sabah ayazlarıyla sarılmış, içine işlemiş kızın.

    günler geçiyormuş... bir gün kız kalkmış banktan ve papatya tarlasına doğru koşmaya başlamış.
    -hadi beni yakalaaa!
    adam yerinden kıpırdamamış, hüzün çökmüş yüzüne. kız yine seslenmiş:
    -yaa gelsene bak papatyalar harika kokuyor, toplasana benim için, taç yaparız.
    adamın yüzündeki hüzün çoğalmış. elleriyle gözlerini sildiğini gören kız hemen adamın yanına gelmiş. adam titreyen sesiyle konuşmaya çalışmış:
    -meleğim... ben gelemem senle papatya toplamaya, affet beni.
    aynı hüzün kızın yüzünde belirmiş ve gözlerinden damlalar dökülmeye başlamış. hiçbir şey demeden kalkmış yerinden kız ve doğruca papatya tarlasına koşmuş. az sonra elinde bir kucak papatya ve yanaklarındaki yaşlara aldırmayan sımsıcak bir gülümsemeyle dönmüş adamın yanına.
    -madem sen gelemiyorsun, ben de papatyaları sana getiririm.
    adam papatyalardan çok güzel bir taç yapıp takmış kızın başına. gülümsemişler birbirlerine... gözlerindeki yaşlara aldırmadan. o günden sonra kız hep o taçla gelmiş banka.

    günler geçmiş, kız büyümüş, ama yüzündeki gülümseme git gide azalıyormuş. adam sonun yaklaştığını anlamış...

    ve bir gün kız banka geldiğinde bir şey adamın dikkatini çekmiş. üstünde küçük papatyalar olan mavi bir elbise giymiş kızın başında papatya taçı yokmuş. adam korkarak sormuş ayakta dikilen kıza:
    -oturmayacak mısın?
    kız soğuk bir sesle cevap vermiş:
    -yok iyi böyle.
    -neden?
    -sıkıldım.
    -anladım.
    -tacını takmamışsın?
    -hıhı.
    -neden?
    bu kez cevabı kendi vermiş adam:
    -sıkıldın.
    kız hiçbir şey dememiş. bir süre denize denizi seyrettikten sonra adama dönmüş:
    -ben gidiyorum.
    beklediği bir cümleymiş bu ama yine de ürpermiş adam. hiçbir şey diyememiş, koca bir taş oturmuş boğazına. gözlerini kaçırmış kızın gözlerinden ve denize dönmüş yüzünü. kız tekrar etmiş:
    -ben gidiyorum, kendine iyi bak, hoşçakal.
    ve kızın uzaklaşan ayak sesleri duyulmuş. adam başını çevirip baktığında, az ileride genç bir çocuğun beklediğini görmüş. sonra kız birden durmuş, çantasından çıkardığı taçı denize atmış ve çocukla birlikte gözden kaybolmuş. kızın ardından öylece bakakalmış adam ve kalan son gücünü kullanarak açtığı ağzından 3 kelime dökülmüş "seni seviyorum meleğim"

    az sonra birden köpürmüş deniz, ufuklardan çoook büyük bir dalga kopmuş ve kıyıya doğru geldikçe büyümüş büyümüş büyümüş, gelirken bütün denizi topluyor, kendine katıyormuş dalga. adam üstüne doğru gelen kudurmuş deniz karşısında kılını kıpırdatmamış. nefretle kurbanını almaya gelen bir canavar gibi yaklaşan denize, kederle ve çaresizce gülümsemiş adam...

    az sonra müthiş bir uğultuyla kıyıya vurmuş deniz. sular çekildiğinde adam yerinde değilmiş artık. o günden sonra deniz ve papatya tarlası sonsuza kadar orada kalmış. adam ise denizin derinliklerinde... masal da burada bitmiiiiş.

    hani o gece sana anlattığım ve yarım kalan bir masal vardı hatırladın mı? uykun gelmişti ve neredeyse uyumak üzereydin başını koyduğun masanın üzerinde... "geç oldu yarın devam ederiz" diye söz vermiştim hatırladın mı? evet biliyorum sana veripte tutmadığım çok sözler oldu. ama bak bu sözümü tuttum geç de olsa. en önemlisi buydu zaten. çünkü ben en başından beri sana bir masal anlatıyordum, ve hayattaki bütün gerçeklerden bile daha gerçek bir masaldı bu. ama sen sonunu bekleyemedin. belki ben geç kaldım, belki sen erken davrandın bilmiyorum. ama yine de yarım kalmadı bu masal. fakat sonu böyle değildi, sonunda kız yine gidecekti belki, o bembeyaz ve kendinden büyük yüreğiyle kahramanca gidecekti. ama o, gerçekliğin aldatıcı sahteliğini seçti. seçim onundu... seçti... bedenine sığmayan kocaman yüreğini hoyratça söküp attı... ve herkes gibi, herkes kadar gitti... masal da burada bitti.
  • (bkz: eksik olma)
  • çoğunlukla yüzüne söyleyemediklerinin, o gittikten sonra ardından yakılan bir ağıt misali dökülmesidir, kalpten parmaklara...

    bir gece ansızın geldin... tazelikle... bahardı... 1001 güzel hikayeyle geldin... 1000'ini anlattın, 1'i kaldı... dinledim hepsini, benim için masaldı.

    başkaydın,farklıydın... herkesten farklı. kimsin, nesin bilmiyordum önceleri, ama görebiliyordum içini... beyazdın, lüzumundan fazla beyaz... ve sevdim seni... ve hiçbir şeyimdin.

    kanatların vardı, biri kırık... belli ki, açık sanıp çarpmıştın kapalı bir pencereden içeri girmek isterken... belli ki yeni öğreniyordun uçmayı... yorgundun... henüz yolun başında olmana rağmen.

    ama açıktı benim pencerem... sessizce süzülüverdin içeri, kimseler görmeden. ürkektin, uzaktın önce. hep pencerenin yanında durdun geldiğinde, her an hazırdın gitmeye. hiç kapatmadım o pencereyi, istediğinde kolayca gidebil diye. ama sardım kanadını, iyileştirdim yaralarını, dinlendin, anlattın hikayelerini, dinledim, dinlendim, ve sevdim seni... ve hiçbir şeyimdin.

    sonra her gün geldin, her gün daha yakına ve ben her gün daha çok sevdim seni... ve bir gün avcuma kondun... kalbim avcumdaydı... avcumu hiç kapatmadım ben, çünkü bilirim, avcunuza bir kuş konarsa avcunuzu kapatamazsınız, çünkü kapatırsanız kaçar ve bir daha gelmez. çünkü kuşlar özgürlüğün diğer adıdır, çünkü kuşlar uçmak için yaratılmıştır. ama sen yine de gittin... belki doğan gereği, belki de korktun... sevgimden korktun... hakkın vardı, suçlamadım hiç seni, alışık değildin bu kadar çoğuna, uçmayı yeni öğrenen bir kuş için fazlaydı... lüzumundan fazla sevmiştim belki, hata benimdi. uçtuuun gittin bir gece ansızın, tıpkı geldiğin gibi. ama ben hiç kapatmadım penceremi... kar oldu, kış oldu, yağmur oldu; çok üşüdüm, hastalandım; ama yine de kapatmadım o pencereyi... sırf eğer bir gün dönersen çarpıp düşme diye. çok özledim... niye? bilmem... özlüyordum işte, niyesi mi var... seviyordum seni işte, hem de çok... ve hiçbir şeyimdin.

    sonra bir gece papatya kokuları geldi burnuma... bahar çoktan geçmişti halbuki... anladım ki gelen sendin, bahar değildi, ve kokun senden önce gelmişti... ve ben bu kokuyu nerede olsa tanırdım. döndüğünde bambaşkaydın... daha cesur, daha kararlı... ama iki şey hiç değişmemişti; kokun ve rengin... ve ben en çok kokunu sevmiştim; papatya kokardın... bir de rengini; lüzumundan fazla beyazdın. ve hiçbir şeyimdin.

    geldin tuttun ellerimden, sımsıkı, hiç bırakmayacakmış gibi tuttun. hiç kimsenin böyle küçük elleri yoktu, yağmurun bile... ve yürüdük seninle elele, yağmur yağıyordu çok, kar yağıyordu... ıslandık, üşüdük çok... ama yürüdük, koştuk, hatta uçtuk, zira kanatların vardı senin. ve gittik o yolda durmadan, sonunda ne büyük bir uçurum olduğunu bile bile, sonunda ölüm olduğunu bile bile yürüdük, koştuk, hatta uçtuk... zira kanatların vardı senin... ve seviyordum seni... ve hiçbir şeyimdin.

    evet sevdim seni ey sevgili, en sevgili, sevdim seni hem de çok... neden? çok mu güzeldin? yoo... kara kuru birşeydin işte... ama ben dışına bakmadım ki hiç ey sevgili, içini gördüm ben senin, kalbini sevdim en sevgili, o kocaman, bembeyaz, ellerinden daha büyük kalbini... peki sen beni sevdin mi? bilmem... ama ben ona da hiç bakmadım ki... elmayı sever gibi sevdim ben seni... tek bildiğim kalbinden gelen sesler duyduğumdu, ve adımı söylüyordu o sesler... ve hiçbir şeyimdin.

    evet sevdim seni ey sevgili... kısacık bir yolda ve her adımda daha çok yaklaştığımızı bilerek o malum sona ve gizleyerek gülümseyişimdeki acıyı senin ışıldayan yüzüne, yürüdüm... vakit yorulma vakti değildi, vakit korkma vakti değildi ve vakit sevme vaktiydi, ölümüne... ve sevdim seni... ve hiçbir şeyimdin.

    seni sevmek zor işti ey sevgili, tehlikeli işti seni sevmek, ucunda ölüm olan bir yolculuktu... korkmak mı...? ölümden mi...? peh...! korksam yürür müydüm o yolu, korksam tutar mıydım elinden...? tek korkum beyazını koruyabilmekti benim... geldiğinde bulduğum rengini giderken aynı şekilde bırakabilmekti; lüzumundan fazla beyaz görmeliydim seni giderken de... ve hiçbir şeyimdin.

    zor işti seni sevmek, tehlikeli işti... her an bir uçurumun kenarındaydım seni severken ve hep sırtımı uçuruma vererek sevdim seni ben... üflesen düşerdim ve beni tutan tek şey ellerindi, yağmurdan bile küçük ellerine teslim etmiştim hayatımı... ve hiçbir şeyimdin.

    gelmiştik yolun sonuna... yol kısaydı ama yorucuydu çok... biliyorum yorulmuştu küçük ellerin, tutamadın daha fazla, tutamazdın da... büyüktü ellerim ellerine, ağırdı sevgim kalbine, taşıyamadın daha fazla, taşıyamazdın da... daha küçük eller tutmalıydın sen ve daha hafif sevgiler yaşamalıydın o vakitlerde... daha kısa, daha kolay, herkesin gittiği yollardan gitmeliydin hayatta... ve gittin, bırakıp ellerimi... ellerim kurtuldu ellerinden bir kuru dal ağaçtan kopar gibi ve ben düştüm bildiğim o sona doğru... bu ilk düşüşüm değildi, ama bu kez çok yüksekten düşüyordum ve biliyordum ki; artık gelip beni kaldıracak bir melek yok. şimdi ben düşmekteyim ve sen ise amansız bir kaçıştasın olay mahallinden, ardına bile bakmadan ya da bakamadan... oysa herkes öldürebilirdi sevdiğini, ama herkes öldürdü diye ölmezdi.
    ey sevgili, en sevgili, dur... yavaşla, koşma, daha fazla yorma zaten yorgun kalbini... peşinde değilim ki... peşinde hiç olmadım ki... çünkü bilirim bir kuşun peşinden gidilemeyeceğini... yavaşla ey sevgili, koşma artık ve bil ki; bütün sitemleri beraberimde götürüyorum, her zamanki gibi... ve hiçbir şeyimdin.

    evet sevdim seni ey sevgili, sonunu bile bile, ölümüne... neden bu kadar çok sevdim? kaynağı neydi? sebebi neydi? değdi mi ölmeye? sen değer miydin uğruna ölünmeye? ne için gittim seninle ölüme? aşk mıydı cevap? aşık mıydım ben sana? peeh! aşk kadar basit bir cevabı olamazdı bu soruların... aşağılamak olurdu bizi buna aşk demek ve aşk asla uğruna ölünebilecek bir şey değildi hayatta...
    şimdi sildim cümlelerdeki bütün soru işaretlerini, çünkü bize bir cevap aramak anlamsızdı... "sevmek" yeterliydi bütün cevapsız sorulara ve görülmemişti böyle bir "sevmek"... yukardan gelen, saf, kutsal, el değmemiş, dudak değmemiş, bütün günahları silen bir "sevmek"ti bu, ve görülemeyecekti bir daha böyle bir "sevmek", ne sende ne de bende... ve böyle bir "sevmek" yeterince asil bir nedendi ölmek için... ve hiçbir şeyimdin.

    dur sevgili, yavaşla, koşma artık... peşinde değilim ki... yollarımız ayrı artık bizim. uzaklardasın şimdi dünya kadar... artık daha küçük eller ve küçük kalplerle yürüyeceğin yeni yolundasın... daha kısa, daha basit, daha "engel"siz yolunda... yavaşla sevgili, koşma, kaçma, yavaş git yolunda... peşinde değilim ben... belki görmem yüzünü ölene kadar... ama kokunu hep duyacağım... çünkü ben papatya tohumları ektim bedenine sen görmeden, ve o tohumlar çiçek açacak sen her ağladığında, ve getirecek kokunu bana... başka eller, küçüklüğünün gafletindeki o hoyrat eller ezecek o çiçekleri birer birer belki... ama bir yerdeki çiçek asla ölmeyecek... o yer benim çünkü, çünkü o yerdeki çiçek ölümsüz, çünkü o çiçeğin tohumu kutsal, anne kadar, baba kadar... oradaki çiçek asla ölmeyecek ve ne kadar uzakta olursan ol, getirecek kokunu bana her ağladığında. ben en çok kokunu sevdim; papatya kokardın... bir de rengini; lüzumundan fazla beyazdın... ve hiçbir şeyimdin.

    dur sevgili koşma artık, kaçma... yavaş git yolunda... peşinde değilim ben... ben düşüyorum sonuma, kendi seçtiğim, bildiğim sonuma... zerre suçun yok senin, sitemlerim yanımda... yavaş git sevgili, bıraktım ben seni, belki geç oldu ama bıraktım, çekildim yolundan...
    peki neden? artık sevmiyor muydum seni? bu kadar sevdiğini bırakır mıydı insan? böylesine korkakça çekilir miydi savaş meydanından? bu kadar kolay atar mıydı kendini uçurumdan? hayır... bırakmazdı elbette, çekilmezdi, atmazdı... ölümü göze almış bir sevgiliyi ne korkutabilirdi ki! hiçbir şey... ama mesele ne bırakmaktı, ne çekilmek, ne de kaçmak savaştan... mesele hayattı sevgili... mesele "engel"lerdi... sana çaresini gösterip, çaresizliğiyle yutan hayattı mesele... ve bil ki sevgili, ben bir tek güce yenilebilirdim, o'na yenildim... o güç seni bana verdi ve aldı... bulabilseydim bir çaresini, olsaydı bu "engel"i aşmanın bir yolu, seni benden hiçbir ölümlü alamazdı! ve hiçbir şeyimdin.

    kimbilir belki yanlış zamandı bizim için, belki yanlış mekanda bulmuştuk birbirimizi... belki bir mucize gerek di bize, gidecek bir başka düş ve bir çağ bundan özgür... ama direndik burada, denedik, olmadı... iki damla su çaldık zamanın pençesinden aldırmadan... yaşam kadar gerçektik biz ve yaşamak gibi sahte... sonra kuşlar gitti, anladım dünya yorgun, sen yorgun, tortusu kaldı eski bir korkunun... öyle çok şey var ki bak sana dair ve kalacak tüm izlerin hayatımda... benden sana hiçbir şey kalmasın sevgili, giderken boynuna taktığım ayrılık hediyesi dışında... gözlerime ağlamayı öğrettim o kolye için ve taktım utangaç boynuna... ve hiçbir şeyimdin.

    uzaklardasın şimdi dünya kadar... sesim ulaşamaz artık sana biliyorum, belki görmem yüzünü ölene kadar biliyorum, ama kokunu hep duyacağım unutma... o yerdeki ölümsüz papatya getirecek kokunu bana, sen her ağladığında ve ben hep hazır olacağım gözyaşlarını silmek için bu uçurumda... annen kadar, baban kadar hazır olacağım unutma... ve senden tek bir isteğim var ey sevgili... n'olur beyazını koru olur mu? hoyrat eller kirletmesin onu... ben en çok kokunu sevdim; papatya kokardın... bir de rengini; lüzumundan fazla beyazdın... ve hiçbir şeyimdin.

    sana iyi yolculuklar sevgili... yavaş git, koşma, yorma kendini... unutma artık kanatların yok... ve bir gün yorarsa hayat seni, gel dinlen, hiçbir şeyim gibi gel... ve anlat kalan o son hikayeni... hiçbir şeyim gibi gel, dinlen, ve anlat en güzel hikayeni... bir dost gibi, kardeş gibi, özlenen sevgili... zaman beklemez ama ben beklerim.

    sen benim hiçbir şeyimsin... yazdıklarımdan çok daha az... sen benim hiçbir şeyimsin... lüzumundan fazla beyaz.
  • teşekkür ederim
    asıl ben ederim
    üstüne de
    tebessüm ederim
    hem de surat dolusu
    binlerce sebep sayabilirim
    yine diyeceksin ki
    teşekkür ederim
    aklıma bir hikaye geliyor
    ''ufak bir çocuk yağlı boya
    bir tabloyu beğeniyor
    ve uzun zaman harçlıklarını biriktiriyor
    bir yıl sonra kumbarasını ressamın önünde
    açıp duvardaki tabloyu almak istiyorum
    bütün param bu diyor
    ve ressam hiç düşünmeden tabloyu ona satıyor
    görenler şaşırıyor bu tablo şaheserdi
    o kadar ucuz paraya nasıl satarsın
    ressam tablo çok para edebilir
    ama tüm servetini kimse buna vermez'' diyor
    benimse tüm servetim
    tebessüm ederim.
hesabın var mı? giriş yap